Pazar

hayat çok zor bence

Yüz verdik Ali'ye, geldi sıçtı halıya.

Eve bir yemek masası alınması gerekiyor. Ancak evde o masanın koyulabileceği tek yerde bir yemek masası duruyor(du). (Geçmiş zaman kullanıyorum çünkü yenisini alınca eski masayı atmamakta direnen annem çareyi benim odama kaktırmakta buldu ve bunu yaparken zihninin hiç bir mantıki, akli ya da vicdani süreçten geçmediğine neredeyse eminim. Neyse..)
Bir masa ayakları kırılıp yere çökene ya da ağaç kurtları tarafından yenip çürüyene kadar nasıl eski ve kullanılamaz sayılır bilemiyorum, ortada zaten bir masa varken yeni bir tane almak gibi bir ihtiyacın nasıl doğduğunu da kestiremiyorum aslında. Bunlar benim mütevazi üniversite diplomamla cevabını veremeyeceğim sorular.

(Her şey annemin birkaç ay önce "bizim yemek masası çok eskidi değiştirmek lazım" diyerek uyandığı o sabah başladı. Ertesi gün eve geldiğimde kendisini İkea kataloglarından oluşan bir kulenin üzerinde haka dansı yaparken buldum. Bayılmışım. Uyandığımda devasa bir mobilya mağazasında yıllardır götüme sokmak için nasıl da ihtiyacımın olduğu köşe takımını alıyordum. Tek bildiğim bilinmeyen bir gücün beni ve ailemi etkisi altına aldığıydı. Delicesine perde ve koltuk almak, parkeleri cilalamak, beyaz eşyaları ellemek istiyordum. Bayılmışım..)

Uzun lafın kısası, annem o günden bu yana adeta manyak gibi, küçük bir çılgın gibi yemek masası arayarak kafayı yedi. Arada bulduğu modelleri bana göstermekle yetinmeyerek saçımdan sürükleyip mobilya mağazalarına sokması gibi bir ailede olmaması gereken şiddet olayları yaşadık. Ki ben kendi evinde hayatsal ihtiyaçlarını bir yatağa indirgeyebilmiş minimalist bir insanım, mobilya seçemem, zorunda kalırsam da "en ucuz" olanı alırım. Bana bu yapılmaz. (insan olan kimseye yapılmaz)

Ayrıca o mobilya mağazalarında büyük ihtimalle şurada saydırdığım kadınların kocaları çalışıyor ve insanlara gerçekten yaşamak için hiçbir ihtiyacının olmadığı heyula gibi mobilyaları yusyuvarlak rakamlı senetler karşılığında satıyorlar. Büfe diye bir şey var mesela , kendisi bir nevi tabak-çanak anıt mezarı. Onu alıp salonunun ortasına koymanı bekliyorlar. Yetmiyor içini de türlü ıvır zıvırla doldurman gerekiyor. Ama o ıvır zıvırı kullanman da yasak, arada tozunu alıp kapatacaksın. Misafir (ki bence misafir bir takım yabancıları araya kaynatmak için uydurulmuş süslü bir kelimedir) gelince o kullanacak. Farkındaysanız insanımız biraz manyak.

Şu anda bu yazıyı tepemden yaklaşık 50 kiloluk bir masa bana bakarken yazıyorum. Yatağımın yanında bir yemek masası var ve kendisi önümüzdeki elli yıl çürüyeceğine ya da kopacağına dair hiçbir umut vermiyor bana. Duvarları sıçtın mavisine boyamak istiyorum delicesine..

Teenage mutant ninja turtles


Bu kadın öldükten sonra muhtemelen 17 sene hiç bir çürüme ya da bozulma emaresi göstermeyecek. Vücut o denli plastikimsi, silikonumsu maddelerle dolu ki, kadın kendini ölmeden mumyalamış, pet şişe gibi doğada yüz yıl kaybolmamaya ahdetmiş. Hatta belki de şu hali ölü bile olabilir, farketmedi diye kimseyi suçlayamam.

Cuma

Yöneticinin Dönüşü ya da Revenge Of The Apartman Sakinleri

Tutarım zaptı!

Eve taşındığım zaman artık kol gibi ev kirasının bünyemde yarattığı etkiyle ben mi anlamadım yoksa her yeni çıkan harcamaya gözlerimi anime karakteri gibi açmamdan korkarak emlakçı mı söylemedi tam kestiremiyorum ama evin aylık aidat parasının olduğunu bilmiyordum. Elbette yer yüzünde "aidat" diye bir gerçek olduğunun farkındayım ama bir gün benim de başıma geleceği hiç aklıma gelmezdi. Ev sahibi de kerizi hiç uyandırmadı saolsun.(Belki de varoluşçu bir insandı yaşayarak öğrenmem gerektiğini düşünüyordu, orası meçhul) Sonuç olarak ben aidat denen olaydan haberim olmadan eve taşındım.

Ancak bildiğiniz gibi kazığın sadece ucu sivri. Girdikçe gerçekler ortaya çıkıyor. Aidat dedikleri nane zaten kapitalist toplumun bir oyunu, insanları fakirleştirerek emeklerini ucuza satmalarını sağlayan bir toplum dinamiti, adeta soygunken bir de bu naneyi 1sene sonra söylersen ben o birikmiş parayı tabii ki ödemem, zaten kapıcı yok, asansör yok, doğalgaz yok e o zaman ne var ulan? Kaldı ki ben aidat ve faturaları Uçan Spagetti Canavarı'nın ödediği, kişisel paranın ise ayakkabı ve çantaya yatırıldığı gizli bir tarikata üyeyim. Aidat yatırmak inançlarıma ters.
İşte farkettiyseniz ben aynen bu şekil dönekliklerle, yer yer çamura yatma şeklinde olsun, Küçük Emrah ayağı yaparak olsun bir buçuk sene o parayı ödemedim. Tabii o arada bin kere o para geçti elimden eğlenceye, midye tepsilerine, ayakkabıya gömdüm ama olsun. Oraya vermedim.

Gel gelelim aidat denen çirkin gerçeği unuttuğum bu mesut günler bir geceyarısı kapıya sıkıştırılmış halde bulduğum notla sona erdi. Bu noktada şunu da belirtmek isterim arkadaşlar, not kağıtı bulmak sadece ateşli bir sevişmenin sabahında yastığın üzerinde "mükemmel bir geceydi" ya da eve döndüğünüz zaman anneniz tarafından buzdolabının üzerine iliştirilmiş "dolapta dolma var, ısıtıp ye, aç yatma!" şeklinde olursa güzel. Benimki ise yönetici tarafından bırakılmıştı (hayır, ateşli bir gecenin sabahında değil!) "Lütfen aidatı ödeyin" falan fıstık. Bir de bana zahmet olmasın diye 10x17=170TL filan yazmış, saolsun. Kafam bi milyon zaten, ehh kim uğraşcak dedim attım bir kenara.

Şimdi bu buzdağının çilekli tarafı. Diğer tarafında ise olay iyice çirkinleşiyor. Övünmek gibi olmasın ama evlere şenlik, her apartmana lazım bir kiracıyımdır. Ben taşındım taşınalı temiz aile apartmanı kisvesinden çıktı, Gül Pavyon kulisine döndü binanın içi. Aidatı biriktiriyorum, apartmana beş kuruş hayrım yok bir de safii zararım.
İlk taşındığım zaman yanlız başına bir kız öğrenci olduğum için komşuların yüreklerine soğuk sular serpilmişti. Benim bayramda aşure getirebilecekleri, veletlerinin matematik ödevlerinde yardım edecek ve en geç dokuzda (rakamla 9) uyuyan bir adet hanım kız olmadığım gerçeğine sanırım perde yerine camlara siyah karton ve gazete yapıştırdığım gün aymaya başladılar. Dışarıdan örgüt evi gibi görünen , haftanın en az dört günü kullanılmayan evime geldiğim günlerde ise sitcom tadında girenin çıkanın belli olmadığı bir ortam yaratmamla olsun, son ses müzik açmadan tuvaletimi yapamamam olsun, olur olmadık saatlerde apartman koridorlarında arkadaşlarımla "o son biranın bünye üzerindeki etkileri" hakkında yaptığımız ateşli tartışmalar olsun, gecenin bir yarısı gelen taksiler, çalınan kornalar derken kalan umutlarını da ben boşa çıkardım. Son kertede apartman sakinleriyle o güne kadar diplomatik düzeyde ateş hattında duran ilişkimiz de bir gece gelen arkadaşım midesindeki bar menüsünü tuvalete kadar taşıyamayıp apartman koridorlarına boşaltınca iyice kopma noktasına geldi.

O günden sonra kapımda not filan bulmadım. Dilek ve temennilerini direkt kapıma yazmaya başladılar. Belki kapısının üzerinde her gecenin görebileceği boyutlarda bir "aidatlarınızı ödeyin" yazısı olursa utanıp öder diye düşünen yönetici, insanlık için normal ancak benim için fıss bir adım atmıştı. Böyle şeylerle gaza gelen biri değilimdir. Ayrıca ödemek istesem bile yöneticinin kapısını çalmak gibi bir cesareti asla kendimde bulamam. Büyük ihtimal beni ellerine geçirdikleri an başörtüsü takıp ıslah olmam için kuran kursuna kaydettirecekler.

Zamanla kapıya yazılan yazıların içeriğinde de bazı değişikler oldu bak şimdi, olmadı değil. En son bir arkadaşım yazıların üzerindeki şeklin erkek cinsel organı (o böyle demedi tam olarak) olduğuna dair benle bahse girince anladım ki durum vahim, yönetici kapıma Sanskritce küfür yazmadan ya da evimi "içeride uranyum zenginleştiriyor, bomba imal ediyor" iddiasıyla polise ihbar etmeden önce kendime bir çeki düzen vermem lazım. Piff.
Bunların korkusuna gündüz çöp atmaya bile dışarı çıkamıyorum enseleyecekler diye. Evden sinsi sinsi kokular yükselmeye başladı. Yakında hiç birine gerek kalmayacak belediye çöp ev diye kapatacak zaten evimi. O zaman benim tek başına yaşayan, kariyer sahibi, Cosmopalitan okuyan ve haftanın iki günü çin yemeği ısmarlayan genç kadın hayallerime ne olacak söyler misiniz?

Ps: Bu yazıda apartman sakinlerinin "sakin" olmalarıyla ilgili hiç bir espri yapılmamış olup, güvenle tüketebilirsiniz. Teessüf ederim ayrıca, bir kalitem var benim.

Pazartesi

Maria mercedes marimar rosalinda'ya sonra hepsi thalia'ya..

Her ucuz kuaförün default tabela fotoğrafı

Şu ahir dünyada güzelliğinin ekmeğini en çok kim yedi diye sorsanız ne Adriana Lima derim ne Sharon Stone. Benim için Thalia'dır o hatun. Kadın asırlardır bu piyasada olmasına rağmen ne akılda kalıcı bir parçası var (Thalia'nın aslında bir şarkıcı olduğunu biliyor muydunuz?:) ne de bir şovu, bir konseri bir şeysi. Ama hala Thalia makyajı isteyen insanlar var düğününde. Yirmi yıldır bir milletin güzellik algısı değişmez mi arkadaşım, ne bitmez sevdaymış içimizdeki.
Allah aşkına söyleyin siz de ne zaman saç renginizi değiştirmek isteseniz elinizde Rosalinda resimleriyle kuaförlere koşmadınız mı? Ne zaman işiniz güzellik forumlarına düşse bunun boy boy fotoğraflarıyla karşılaşmadınız mı? Ben mesela, yıllarca Thalia dalgası yapacağım diye maşalarla yaktım saçlarımı, Aysel Gürel'e döndüm sayesinde. (o da rahmet istedi bak)

Ortalama Türk kadınının olmak istediği kadındı Thalia, dikkat çeken ama sıradan çizgiden de uzaklaşmayan "ölçülü" güzelliğiyle hem içimizden biri, hem kapak kızıydı.
Bir de pembe dizileri vardı bunun Marimar, Rosalinda vs.. orada da salım salım salınır taş gibi latin heriflere göbeğinden zeytin yedirirdi. Küçüktük ne bileyim, özenirdik. Sen hem her durumda zengin aile çocuklarını kendine aşık edebilesi olan, ballı bir abla ol hem de yaklaşık 17 sene süren dizide 16 sene bakire kalmayı başar. Akıl alacak iş değil vallahi.


Bu da yaşı tutanlar için "Marimar" dan bir enstantene. İşte bu abla yıllarca hep elledi bu çocukları, mıncıkladı, vermedi de sonunda, mundar etti.

Çarşamba

Evrime inanmıyorum,

  
ama rekonstrüktif cerrahi diye bir şey var.

(abla, tövbestafurullah senin yüzüne noolmuş, böyle bişey olmuş)

Salı

Yasaksa "yasa"k!

Evet arkadaşlar bildiğiniz gibi yeni çıkan yasayla (Bir gecede! yuh. Sivilce Yasa) yurtdışından kozmetik alışverişi yasaklandı. Aslında alışveriş edebilirsiniz ama o ürünleri gümrükten geçirmek imkansız olduğundan boş yere uğraşmaya gerek yok. Adamlar bize resmen "almayın demiyorum hobi olarak yine alın ama nahh kullandırırız size onları.." diyor.

Olayın müsebbibleri orda burda şöyle ağlanadursun benim kendilerine iki çift lafım var müsadenizle. "Lan şerefsizler, lan şark kurnazları siz sattığınız ürünlere %  50den fazla kar koyarken biz ağladık mı? Bir Chanel ojeyi 100 kaattan kaktırırken bize sordunuz mu hiç "siz de zevk alıyor musunuz?" diye. Şimdi neyin peşindesiniz aq? Bulmuşuz kendimize bir yol iyi kötü idare ediyoruz. Battı mı? Bize sokamadığınız milyonlar dönüp size mi..?Neyse..
Oysa ki İnternet Explorer'ı işletim sistemi zanneden, ısınan laptoplarını patlar matlar korkusuyla açmaya korkan bir müşteri kitlen var zaten Sayın TekinAcar ve saz grubu. Kendileri interneti sadece profillerine resim eklemek bir de Google'da kendi ad-soyad kombinasyonlarını aratmak için kullanıyorlar. Onların saçları sarı, gözleri Freshlook. Onlar uslu kızlar, onlara sat yine. Ben bir kere dünya gözüyle nasıl kerkildiğimi görmüş, global pazarlara açılmışken nasıl teslim edeyim paketi komple sana? El insaf."

Ama efendim biz bunları eserlerimizde yazdık, bahsi geçenler zaten kendilerini beğenmiş, ürün odaklı işletmelerdi, şimdi bir de tekel oldular tam oldu. Artık ne getirtirlerse satarlar, neyi ne kadara isterlerse geçirirler. Aferin bize. Küreselleşen dünyada tüm ekonomik ve ticari sınırlar kalkmış, iç dış piyasa kavramları yön değiştirmişken, Fransa'daki kelebeğin kanat çırpışı Japonya borsasını zangırdatırken biz bir yasayla 2.Dünya Savaşı yıllarına, fordist üretim sistemine döndük. Ne gerek var zaten binlerce marka/ürün arasında seçim yapmanın, devlet bizim adımıza karar veriyor ne kullanacağımıza, negzel.

Arkadaşlar dalga bir yana, bugün kozmetiği engelleyen yarın makyaj yapmayı engeller (alacalı parlak eşarplarını nane yeşili göz farıyla tamamlayıp göz zevkimin ırzına geçen türbanlılar da yok olur mu peki? Hımm). Düz mantık adamı mağarasından çıkmış nikotin almayalım diye patlıcan yemeyi yasaklamakla meşgul beyler, biz daha neyi tartışıyoruz? Bu sebeple yurtdışından alışveriş yapabilmenin kurnazlıklarını düşünmek, olmadı bi de miami yaparım demek yerine somut bir şeyler yapmak gerekiyor ki, sonrası için tecavüz kaçınılmaz olmasın. Hayır, zevk alamayacağım zira badem bıyıklılar hiç tipim değil.

Yalnız öyle digital dilekçelerle, imzalarla filan olmaz bebeim bu iş. Karşımızda rant sahipleri var. Maddi bir protesto yapmak lazım. Ne mesela, en mantıklısı bu iş bitene kadar buradan kozmetik almamak. Bu mağazalar olmasa kokmayız heralde, marul gibi buruşmayız bir ayda. Bütün kadınlar birleşip çok değil iki ay depodan kullansak TekinAcar abi, Sevil abla bak nasıl peşimize düşer "bokunuzu yiyim abla biz ettik siz etmeyin, o mutlu günlerimize dönelim" diye. Ben şahsen kendi karları için benim özgürlüğümü kısıtlayabileceğini düşünen bu hadsizlere para kazandırmayı bu saçma yasa kalkana kadar reddediyorum. Zaten bu zihniyetle devam ederlerse batıp kepenk indirdikleri günleri görürüz yakında. Azıcık sabır, acı yok Rocky!

Pazartesi

La Tırtingen'den Masallar

Masalların acımasız ve gereksiz olduğunu düşünen tek insanın ben olduğunu hiç sanmıyorum. Adı üstünde "masal" olan bir şeyi gerçekmiş gibi eleştirmek parodinin parodisini yapmak kadar saçma farkındayım ama hayat hakkında bildikleri apartmanın bahçesi ve anneanne mutfağıyla sınırlı el kadar sübyana çok uzaklardaki ülkenin kralının iktidarsızlık sorununu anlatmak, "çocukları olmadığından kraliçe büyücülerden çıkmaz oldu, iksirlerle, şuruplarla kırdı karı kafayı.." demek de çok mantıklı değil, hadi dürüst olalım. (Yılda iki defa filan böyle çok pis dürüstlüğüm tutar, neme lazım.)

Hele bir Kibritçi Kız masalı vardır ki, "üşüyoruz reiz" tadında. Bugün saykodelik bir insansam mesela, o masalın payı büyük. Hayır madem satamıyorsun niye ayazda durup kibritleri yakarak sermayeyi kediye yüklüyorsun be evladım? Efendi gibi gitsen evine, "satamadım anne ben bunları, bu gece yatayım sabah erken kalkar çalışırım" desen olmazdı bak bunlar. Kendini de beni de yaktın Kibritçi Kız. O son kibriti çakmayacaktın..Sus şimdi.
Ayrıca ben faydasız bir çocuk olduğumdan masalların sonunu da merak ederdim. Ve sonsuza dek mutlu yaşadılar... Eee? Sonra bebeim, devam et. Olmuyor ama o noktaya kadar ayrıntılara boğup da sonunu iki saniyede bağlamak. Önemli olan sonrası, pamuk prenses vajinismus oldu mu, yedi cüce birleşip eve bi tam kadın getirdiler mi, kötü kalpli büyücü ibret alıp tövbe etti, ıssız acun öldü mü? İnsan bunları bilmek istiyor. Çocuksun lan bi defa, ölesiye merak ediyorsun her haltı. Radyonun arkasını kurcalıyorsun içinde adam var mı diye, arı kovanına sopa sokuyorsun, solucanların içini açıp organlarına bakıyorsun (bunu sadece ben yapmış da olabilirim, bilmiyorum)..

Neyse, eğer siz de benim gibi meraklı gruptansanız aha da aşağıda adamlar bir takım şekiller, illüstrasyonlar bişiler yapmışlar masalların olası sonlarına ya da "bugün yaşansa nasıl olurdu?"larına dair, bunlar burda dursun azcık oldu mu? Emdi yürek yırtılır.


- Tüüü pis herif ortalığın haline bak. Seninle evleneceğime Uykucu'ya versem en azından kulübeyi üzerime yapardı. Babamın sarayından mı getirdim ben bu çocukları, kalk da bi işe yara beygir profesörü. Kalk!

- 41 numara ekmek tahtası gibi ayak mı olur aq? Adam görünce nasıl kaçtığını bilemedi. Şiştt beyler bakın bi, pabucumun tekini bulana ya da getirene bedava muamele. Uyar mı?

- Bekle hayatım beş dakika, şu mavi küçük haplardan içip geliyorum dedim. Hemen de uyumuş. Neyse hala yaşıyorsa Pollyanna'yı arayayım ben bari. O ufak şeylerle mutlu olmayı bilen bi kızdı.


- Kırmızhı Başhlıklı Kız nedir yae? Ne kadar banel. Mango'dan aldım ben o başlığı. Ayrıca şişman diilim, kemiklerim iri bikere benim tımam mığğ?!1


- Hap kadar kulede ömür tüketeyim derken dert sahibi oldum. Yıl olmuş 2011 şu halime bak. Perukla gezen bir ben bir Erol Evgin kaldık. Üüü..

Cumartesi

SeksEnler



Bu şarkıyı ararken porno bulunca dünyası başına yıkılan adamlar var. Kıymetinizi bilin.

Perşembe

Kadın iç çamaşırı giyen müteşebbis pazarcı

Allah aşkına düşünün. Bıyıklı, esmer bir adam. Klasik bir tip, senin benim onun babası stayla, ekmeğinin peşinde. Sabah evdekilere eyvallah çekiyor, pazara gidiyor bu adam tezgah açmaya. Kayışın koptuğu yer burası dikkat! Çayını içip, tezgahının üstüne çıkan adam bu. Hem de don-sütyen giyerek. Sütyen giyip müşteri çekiyor. Evet normal gibi ama değil gibi de. En azından ben görmek istemiyorum arkadaşım bunu, tanıyorum çünkü o adamı akşam altı oldu mu kapatacak tezgahı kahveye gidecek. Ben bu ezilmişliğe tanık olmak istemiyorum.

Sana saygım var pazarda ekmeğini kazanan adam, erkeklerin yılda bir kerecik Victoria podyumunda gördüğü dantelli güzellikleri tabana yayman filan halka hizmet bir nevi. Ama sen dekolte bir kişilik değilsin ki, hadi özendin sütyeni taktın diyelim bari kilotu giyme. Hiç bir kadın pazarcı amcada gördüğü kilotun aynısını almaz. O kilotun hakkını veremediğin gibi bir de kafana filan takıyorsun. Seçici algıya hiç seçme şansı bırakmadan. Gözünü seveyim. Bu nasıl bir satış stratejisi, nasıl bi bohem ya diyecem ama tezgahın önü de dolu. Bir noktada sen de haklısın, demek var bir şıklığı, satışlara etkisi ama kimseye söyleme sırrını amca, yirmi senelik bakkalımı o şekilde görmeye hazır olduğumu sanmıyorum.
Kadınların samimiyetini de anlamak mümkün değil, bu adamın yaptığının yarısını sokakta yapsalar çanta vuruşlarıyla ofset baskısı çıkarılır kaldırıma. Ama pazar sınırlarından girildi mi bütün duvarlar kalkıyor. Pazar adeta bir tarafsız bölge.
Şişt abla bişey diycem gel bi, sen "bakar mısın kardeş, bu tanganın bana göresi var mı?" diyorsun ya, adam bu arada senin kasenin integralini alıyor cevabı verebilmek için, demedi deme.

Allahım aklıma garip garip şeyler geliyor. Mesela o anda pazarda kavga çıksa ya da birisi tezgahtan hırsızlık yapsa bu adamlar koşacaklar peşinden, belki de pazar dışına kadar. Sonra karakolda don sütyen adamlar. Tövbe estafurullah. Hayır konuşmayayım diyorum ama koridorda muameleyi düşünsenize,
- Şişt kızz sakallı, sen neden düştün buraya..? Ha ha ki ki.. Bir takım iğrenç olaylar, böyle şakalar bişeyler. Al işte, Fatmagül'ün suçu ne bilmiyorum ama sen o sütyeni giymeyecektin sevgili pazarcı.

Ha bir de bu adamın çocukları var. Babalarını iş kıyafetiyle görebilmeleri için 18 yaşını geçmeleri gereken sabiler. Okulda Adriana Lima gibi bir babaya sahip olmanın haklı gururunu mu yaşasınlar, mahallede benim babam senin babanı.. geyikleriyle mi uğraşsınlar (Emrah'ın babası)? Bak toplumun temeli sarsıldı, aile kurumu zedelendi bir tanga yüzünden. Evrendeki yerini küçümseme.
Neyse bak buraya kadar her şeye tamam neticede ekmek parası bunun ayıbı olmaz. Herşeyi yap ama o donu kafana geçirme pazarcı amca/abi/kardeş. İnsanı var, insan kılıklı hayvanı var. Yarın birgün kahvede amcık ağızlı derler, sebebin olur. Yapma, yalvarıyorum.

Al kırdın kırdın.. !

Salı

oturdum ellerimle sana kek yaptım


- Hayatımmmm, nerdesin? Biz geldik! İşyerinden çocuklarla evde maç izleyeceğiz bug..
-Sürrprizzz!!

Perşembe

Postmodern bir korku hikayesi "Sephora' da Dehşet"

Kozmetik reyonlarındaki stand görevlilerinden ve Tekin Acar, Sephora, Sevil mevil gibi high-end kozmetik ürünleri satan dükkanlardaki ağır abla tezgahtarlardan çok korkuyorum. Korkmak ne kelime, ödüm altıma karışıyor makyaj malzemelerim azalmaya başlayınca, sıkım sıkım kullanıyorum kremlerimi rujlarımı filan bitmesinler diye o derece. Hep oralarda çalışan insanların yüzünden. Tabii böyle söyleyince erkekler de giriyor işin içine ama unutun onları, bildiğimiz erkeklerden yok. Orada çalışmaktan oldukça memnun, fazla "bakımlı" erkekler var, onlar da zaten genelde gayet kafa insanlar oluyorlar. Ama o kadınlar, ah o kadınlar. Olmaz olaydılar..Girmeyeydim de hiç görmeyeydim. Neden mi? Buyrun;

Şimdi bu ablalar doğada iki türde bulunuyorlar;

1- "Ürün satmazsa ölecek" hastalığına yakalananlar

Bunlar mahalle aralarındaki kıyı kenar kozmetikçilerde, büyük marketlerin içindeki makyaj kiosklarında filan yuvalanmış oluyorlar genelde. Ortak özellikleri olarak kat kat sürülmüş iğrenç rimel, sigaradan sararmış dişler ve illa ki ama illa ki fönlü saçı sayabiliriz. Kapıda müşteri bekler gireni reyon reyon takip ederler ya da tam hah dükkan sessiz rahat rahat bakarım bakacaklarıma dediğiniz an hörtbek gibi dikilirler tepenize. Bu hatunlar için sizin oraya ne almaya geldiğinizin en ufak bir önemi yoktur. Önemli olan elinizde ne ile çıkacağınızdır. Siz aseton almaya gitmiş olabilirsiniz ya da cımbız alıp çıkmak niyetindesinizdir, farketmez. Eğer makyaj-kozmetik olaylarına yeni giriş yapıyorsanız bu tür ablalardan saatte 180 km hızla kaçın. Çünkü suratınıza baktıktan sonra size tonik, temizleme sütü, nokta daraltıcı, alan açıcı, badana fırçası, fondöten kütlesi, rimel demeti filan satması ve kendinizi kasada ödeme yaparken "başka bir ihtiyacınız var mıydı?" sorusuna muhattap bulmanız işten bile değildir. (evet canım mala, dübel ve t cetveli eksik kaldı sanırım, onları da sarıver) Dükkandan çıkarken duyulan "lan ben ne pis pasaklı kadınmışım bugüne kadar püü bana, iyi ki aldım bunları ivit ivit iyi ki aldım" hissiyatı eve gelince yerini pişmanlıkla karışık, ürünleri beğenmemeye bırakır. Vee,
Dolapta yıllardır kullanılmadan duran kopkoyu fondotenler, kirec beyazı farlar ya da sedefli rujlar gibi makyaj malzemelerinin tek kaynağının bu tür alışverişler olduğunu biliyor muydunuz?

Klişe beyanatları;
- Ben de bu allıktan kullanıyorum (evet bende yanağındaki turuncu simli yığının bu olduğundan şüpheleniyordum zaten) (ayrıca kimsin sen, Sharon Stone musun benim başıma da senin kullandığın şeye benim de özeneceğimi düşünüyorsun, aa tezgahtar kullanıyor o halde hemen almalıyım, hayret bişi)

- "Bu ürünlerde kampanya var, 15 tane alırsanız bir tanesi bizden hediye kaçırmayın" Bunun alt metni "bunlar üçbuçuk senedir depoda duruyorlar, küf kokusundan içeri giremiyoruz artık alın da bitsin. Ama o kadar iyi insanlarız ki kazıklamaya kampanya diyoruz en azından acıyı azaltıyor"

- Sizin kullandığınız ürün piyasadan kaldırıldı size başka marka verelim (senin kullandığın marka bizde yok ama bu seni para harcatmadan çıkaracağımız anlamına gelmiyor bebeim, gel bakıyım sen şöyle)

Bu lanet bakım malzemeleri hep de özel, pahalı ürünler değil ki allah kahretsin. İnsanın kulak çubuğuna, ojeye filan da ihtiyacı var (insan demeyelim de kadın diye ayrı bir grupta inceleyelim biz gene kendimizi). Ve bunları almak için lüks mağazalara gidemezsin. Yani gidersin de başına ne gelir ikinci kısımda anlatacağım. Yine mahalle arası kalabalık ve her şeyin üstüste olduğu, yanyana saç boyası ve dantelli çorap satılabilen kozmetikçilere muhtacız ama artık oralardaki tehlikenin farkında olduğumuza göre ne yapacağız, azimli olacağız. Oraya sadece törpü almaya gittik ve bunu elde edeceğiz hanımlar. Sakin. Standart sapma oranını  sıfırda tutun, kapıdan içeri hışımla girin, ilk fönlü saçlıyı solladıktan sonra gerisi kolay, sağ bekteki fönlüyü makas hareketiyle şaşırtın, sizi allık bakmaya gidiyor zannedip oraya yöneldiği anda törpü reyonuna kontür atak yapıyoruz, o sırada defanstan "bakınız şu beş para etmez reyon indirimde, son kullanma tarihi geçmiş el kremi istemez miydiniz? diye bir hamle gelirse bloklayın direkt, törpüyü kapın, kasaya doğru hızla ilerleyin ve golll. Off allahım hayat çok zor kadınlar için. Bu süreç erkeklerde genelde şöyle işler çünkü,
- birader şurdan onlu traş bıçağı versene,
- hangisinden abi çift bıçaklı mı ossun,
- evet
- buyur abi, 10 lira
- al kardeşim, hayırlı işler, eyvallah. Bitti.

Ben ki bu işleri bizatihi icra da etmiş, hatta gelmiş burda irdelemiş biriyim, ben bile düşüyorum bir bir tuzaklarına. Geçen gittim son dakika bile pıst diye tester parfüm fıslattılar koluma. Kaçamadım. Bütün gün vanilyalı ucuz oda spreyi gibi koktum, pastırma yedim kokuyu bastırsın diye. Azap resmen ya.

 Koydunsa Bul Parfümeri..

2- "Babam Buckingham Dükü ama ben hobi olarak tezgahtarlık yapıyorum" kadınları,

Birinci dükkanın tam tersi bir yer düşünün. On numara profesyonel ışıklandırma, sessiz sakin tertemiz bir mekan hatta belki arkada caz müzik. Ameliyathane gibi steril bir ortam (birazdan cüzdanı bedeninden operasyonla alacaklar çünkü)
İşte Sephora, Sevil, Tekin Acar bilmemne.. Oralar buralar. Hani beş milyonluk bir ayak kremine bol sıfırlı rakamlar verebileceğiniz ve hatta bunu yaparken keyiften orgazm olabileceğiniz yerler. İşte ben buralardan istisnasız nefret ediyorum ve alışveriş yapma zevkim köreliyor. Bak benim alışveriş yapma zevkim, ben la ben, düşün. O zevk kolaylan körelmez ama bunlar başarıyorlar saolsunlar.

Bir kere mahalle kozmetikçisinin kampanya kucağını bunların altın kazıklı koltuklarına bin kere tercih ederim. Oradaki ablalar ne olduklarının farkında en azından. Ama buradaki kadınların (biz onlara bayan diyelim çünkü onlar da burada olsalar bunu isterlerdi) burunları statosferde.

Bu ırkın başlıca özellikleri arasında kola kızılından-kırmızıya uzanan bir yelpazede saç rengi, mevsimine göre beyaz kalıplı gömlek ya da tişört (ender rastlanan bir tür olan "beyaz önlüklü parfümeri kadını" sadece "uzman" eczanelerde görülmektedir. Diğer türlerden diplomasıyla ayrılır.) ve buram buram parfüm kokusu sayılabilir. Mahalle parfümerisinden farklı olarak burda çalışanlar müşterilere canım, tatlım vb diye hitap etmez, senden de ona yaka kartında yazan isimle hitap etmeni bekler. "Sibel, Yasemin, Alara.." Hanımefendi sıfatının yakışacağı gayet prezentabl isimler. Maşallah.

"Buyrun ne bakmıştınız?" diye sorar. Hatta bazen bu soruyu öyle bir tonlama ile sorarlar ki yanlışlıkla evlerine filan geldim zannedersin. Hatun o kadar benimsemiş çünkü orayı. Hiçbirşey satılmasın istiyor, parfümleri kendi bitirmek, rimellere dadanmak istiyor. Süzüyor seni baştan aşağı, uğraşmaya değer misin diye bakıyor. İstiyor ki sadece onun söylediği milyarlık mallar satılsın, elitizm altın kadehlerde sunulsun, kaliteli puro dumanında boğulalım. Ayaküstü "Hedonizm'in özellikli ürün tüketimine etkileri" üzerine sohbet ederken şaraplarımızı yudumlayalım. Ama ben sadece kırmızı rujumu alıp gitmek istiyorum ULAN! Manyak karı.
Lan alt tarafı tezgahtarsın (satış görevlisi?hadi canım) işte, kime havan? Orada Chanel satıyorsun diye markanın yıllık cirosundan pay mı veriyorlar, Karl Lagerfeld gelip dudağından mı öpüyor? Hayır, yemek,yol+SSK. Ama tester istersin vermez, ürünleri denemek istersin sanki çeyizinden çıkarıyormuş gibi binbir türlü nazla denetir, ikiden fazla bir şey sor suratı yerleri süpürür. Hele de onun önerdiği, ismi muhtemelen oxoshıdansns ya da sgshshskjxk olan (okunması mümkün değil) ürünü bir beğenme bak, oy beğenme, bak neler oluyor. O saatten sonra dükkanı da satın alsan yüz vermez sana. Sen kaliteden anlamayan, kıymet bilmeyen ucuz müşteri bozuntusu olursun. Sanki kendi üretti haspam. Bak sinirleniyorum.

Klişe beyanatları;
- Sizin kullandığınız marka hipoalerjik değil, ayrıca komedonlarınıza iyi gelmez, üstelik yapısı size ağır gelir. Size antikomodeniksüperdüpersonic ve 15 ml'i 337 olan şu kremimizden öneriyorum. ( Genç kızlar dikkat!Amacı karışık cümlelerle kafanızı karıştırıp, kucağına düştüğünüz an sizden faydalanmak olan bu kadın açıkça "hem paçoz hem de 337 tl verecek kadar salak görünüyorsun ayrıca senin suratına kullandığın o sefil markayı ben ayaklarıma bile sürmem hahayt" demek istiyor. Biliyorum çünkü Patricia teyzem... neyse. )

- Bu parfümün testerı kalmamış ama meyveli hafif bir çiçek kokusudur. Alacak mısınız, kasaya götüreyim mi?
(Tester var ama vermek istemiyorum sonra ben ne kullanacağım? Ayrıca almayacaksan beni oyalama, parfüm de koklayarak mı alınırmış canım, anasının karnından testerla doğdu sanki, hıh)

- Ne yazık ki indirim yapamıyorum ama birdaha ki en az 500tl lik alışverişinizde kullanmak üzere %0,3 hediye çeki verebilirim. (Bir defa yetmez hep bizim kucağımıza otur, sonra bi daha bi daha sabaha kadar..binecez üstüne vurucaz kırbacı)

Yakın zamanda yine yaşadım bunları, makyaj çantamı kaybettim düştüm ellerine. Dedim birkaç eksik parçamı tamamlayayım. Kapıdan girerken daha başladı eziyet. Lan ben ki bekar, çalışan, 20-35 yaşları arasındaki bir beyaz Türküm. Çoluğum çocuğum yok, bütün paramı üstüme başıma harcıyorum. Ayıptır söylemesi Mac'dan Chanel'den aşağı da inmem ha keyif pezevengiyimdir. Ben kapıdan girerken tırsıyorum o mağazalara. Çünkü eşofmanlıyım, çünkü sıfır makyajlıyım, çünkü çantayı kolumda değil normal insanlar gibi omzumda taşıyorum. Eziyorlar daha kapıdan girişte. Üff diyorlar bir öğrenci daha geldi, soracak soracak almadan gidecek. Bizim kanserin ilacını bulacağımız o depdeğerli zamanımızı rujla, rimelle boşa harcayacak.

Arkadaşım bir kere şunu netleştirelim, her eşofmanla gezen fakir olacak diye bir şey yok. Hasta etmeyin adamı. Ben alışverişe eşofmanla, taytla ya da en fazla kotla çıkarım yau. Çünkü bir milyon tane şey alıyorum, deniyorum. Nasıl taşıyayım onları mağaza mağaza topuklularla? Full makyajım, fönüm bozulmaz mı onu bunu denerken? Para harcayacak adam rahat adamdır. Onu bil.
Bir kadın sivri topuklularla alışverişe gidiyorsa ya mantıksızdır ya da tek iyi kıyafeti o olduğundan onları giyiyordur. Ayrıca dünyada bir adet pantolon cebine rahat sığabilecek öyle kuvvetli kredi kartları var ki o dükkanı içindekilerle birlikte satın alır. Çanta filan taşımaya gerek yok. Onu da bil.

Neyse, alt tarafı bir kozmetik ürünleri tezgahtarından (kusura bakmayın ladies, the awful truths) bu şekil mantıksal çıkarımlar yapmalarını elbette beklemiyorum ama dövecek gibi de bakma kardeşim. Bakıyorum Banu Alkan tipli kadınların peşinden koşuyorsunuz, kulu köpee oluyorsunuz tester denetmek için ama üzülüyorum ben. Rimel alabilmek için, Dior kullanmayı hak edebilmek için botox yaptırmak zorunda mıyım yau? Marka senin mi, babanda mı Nars kullanırdı, sabah kahvaltılık havyarın mı bitmişti de böyle gerginsin? Hep sorucam bunları sana ama yüzüme bakmıyorsun ki apla, baksan açık gözeneklerimin içinden ruhumu göreceksin oysa, kalbim temiz.

İnsanı böyle böyle Küçük Sinsi' ye bağlıyorlar işte. "Apla (fırk fırk burun çek!), gözünü sevem bi de şu renge bakayım mı, canım aplam benim be, nolur be apla allah sevdiğine bağışlasın" diye diye dolandım o gün peşlerinde billahi. Gönüllerinden koptu bikaç parça mal verdiler ama onda da kredi kartı onay verene kadar ecel terleri döktüm. Öyyle mal gibi post makinesine bakıyorlar provizyon gelinceye kadar, hani ha keza hatlarda bir problem olsa, banka sorun çıkarsa filan güvenlikçiler yakamdan tutup atacaklar "defol git lan pis fakir" diye. Neyse ki sorun çıkmadı da torbamı bağrıma basıp çıkabildim ağbi. Hala bile arkamdan bakıyorlardı çıkarayak birşey aşırmasın bu fakir diye. Çıktığım günden beri grup terapilerine katılıyorum, vallahi kişiliğim kaydı. Hakkaten ezik oldum.

Sevgili marka danışmanları, mağaza müdürleri o kadar okullar bitiriyorsunuz ama personelinize sıkmadan ilgili, ezmeden bilgili davranma konusunda bir eğitim vermekten acizsiniz. Firma sahiplerinin ise tek umurunda olan satış grafikleri, kar marjları. İyi de arkadaşım ben iki adım yürüyüp sizden mal almaktansa yurtdışından sipariş verip 15 gün beklemeyi göze alıyorum, o ne olacak? Al beni kaybettiniz.
Görürsünüz işte bir gün çok çalışıp ben de zengin olacağım o zaman beni kaybettiğinize çok üzüleceksiniz, bütçenizde hayvan kadar delik açılacak ettiğiniz zarardan. Dur lan hatta çok zengin olup mağazalarınızı satın aldıktan sonra o yaka kartlarındaki isimleri de Şerife, Güllü, Hatçe filan olarak değiştiricem ulan, çekicem ayaklarınıza da şalvarı, hırs yaptım.

Uzman kadromuz ve porselen dişlerimizle bu sene de siz sevgili müşterilerimizi kazıklamaya hazırız..

Cumartesi

Serengil olmak ya da olmamak

Seren Serengil'den nefis bir Kill Bill göndermesi.. "Ben adamı ikiye ayrılırken tanırım"

Seren Serengil'i aynı habitatı paylaştığı diğerlerinden ayrı tutarım. Tabii ki bu severim, hayranıyım filan demek değil, hangi normal kadın durup dururken Seren Serengil hayranı olur? Ama bana diğerlerinden farklı gelmiştir. Sonuçta dikilen elbise hep aynı model de bunun kumaşı daha iyi dokunmuş gibi. Öyle birşey, dur toparlayacağım.
Kendisini yemekten havuç misali ayıklamamın sebebi sadece zengin olması ve iyi bir aileden gelmesi galiba. Hani bakınca "paranın köpeği olurum" bakışlarını görmüyor ya insan gözlerinde, onun hatrına. Zaten kocalarına yedirmelere doyamadığı kadar çok parası var, son model araba için, dubleks ev, pırıltılı diş macunu için tosttan akacak kıvama gelmesine lüzum yok. O basitlik dökülmüyor üzerinden, haliyle akıl defterimde adını ayrı yazıyorum.
Tabii ki kendisini kenarda tutmam ısrarla müzik yapmaya çalışmasını anlamlandırmama yetmiyor o başka. Neden diyorum, ağzında gümüş kaşıkla doğmuş bir kadın, kendini Gülben Ergen'le nebleyim Hadise'yle filan aynı yere konumlandırır? Neden Tahiroğlu peynirlerinin filan veliahtıyla evlenip çok köpekli-çocuklu, dernekli toplantılı pek şukela bir hayat sürmez? Neden bunca mala mülke rağmen huzur bulmaz, durulamaz? İşte bütün derdim bu. Oradan yola çıkıp dönerken kendi hayatıma da bir kuple ibret alır mıyım acaba çabası.

Tüm zengin aile kızlarının hayatında "moda tasarımcısı, şarkıcı, cafe işletmecisi" oldukları bir dönem vardır. Artık babasının konumu/parası hangisine yetiyorsa. Bu dönem 25'lerinden sonra "hasktir, benim de bir işe yarayarak hayatımı meşrulaştırmam lazım" algısı sonucu ortaya çıkar, kızın üstüne gidilmez rahat bırakılır ise girişilen iş ilk zarar ettiğinde, kaset satışları elinde patladığında biter. Genelde zararsızdır yani en fazla babanın parası batar/koca bulunur, tehlike geçer.
İşte Seren Serengil'in ki bu dönemin (şakanın) oldukça uzatılmış bir hali olarak tam da bu noktada çözümsüzleşiyor, o masum iyi huylu kütle kendini habise çeviriyor. Çünkü hepimizin bildiği üzere Seren Serengil'in öyle babasının adı altında ezilmesine izin vermeyecek mükemmel bir sesi yok. Kırmızı saç- kahverengi ruj günlerinden hatırladığım kadarıyla kendisi güzel de değil. Üstelik yavru serengil tüm bu ilahi karışımı zamanında Emrah gibi sinema tarihine adını comic sans'la yazdırmış bir kimlikle aynı paranteze alınarak iyice yenilip yutulmaz hale getirmiş bir bahtsız yürek, bir mini unsuccess story..
Hüsran merdivenlerinde birer ikişer yükseldikçe fazla oksijenden başı dönen seren'in bulduğu her sakallı beyaz gömlekli delikanlıya tutulması, her gelen adamı çocuğuymuşcasına sahiplenip harçlık vererek geçindirmesi filan gibi nahoş haller, Cengiz İmren'le evliliği, beceremeyince ana kucağına dönmesi, annesinin onu yine/yeniden spor salonlarına, stüdyolara, estetisyenlere sürüklemesi filan hep tuz biber üzerine. Off. Oysa benzerleri doğru zamanda doğru adamla yatarak gazetelerin bayram programı sayfalarında bir tık üste yazdırabilmişlerken adlarını, koymaz mı adama? Seren' ime sorsan o da hak ediyor mutluluğu, en az üç çocuğu, eve ekmek getiren kocayı, "bu gün bi seren serengil..." olmayı..

Bence sorun Seren Serengil'in fevkalede bir isim-soyisim uyumuyla doğduğu gün başlıyor. Madem ki soyadımız Serengil ve madem ki bir kız kurbanımız var o halde neden adını Seren koyarak hayatını Maksim kulisine çevirmiyoruz diyen kötü aile üyesini bulsa aslında, lanet bozulur sanki? Kimdir bu kızı beşikten sahnelere hazırlayan, el kadar bebeye seren diyerek gelişiminine yön veren kara vicdanlı yıllardır düşünürüm. Bir yavrunun ismi bu kadar da büyük-küçük ünlü uyumuna bağlanmaz, şansa bırakılmaz çünkü. O soyadı yerine neler olabilirdi farkında mısınız, düşündükçe kanım çekiliyor, aklım çıkıyor.

Ps: Yukarıdaki fotoğrafı/albüm kapağı için beynimin gugılcığı saniyenin onda biri gibi bir sürede 543 tane kötü espri buldu. "Sanayi kulislerinde üçüncü köprü Seren'in ortasından (bacak arası?)geçecek dedikoduları"dan, "Manisa'nın Tebelleş köyünde doğan iki başlı Seren görenleri hayrete düşürdü"ye kadar bu kötü esprilerimi gerek beynimde tümörleşmesinler diye, gerekse başkaları yapacağına ben yapayım konu kapansın zihniyetiyle (utanmadan)buraya yazıyorum. Tamam bak güldük eğlendik bitti Seren, hadi git o kaset kapağını değiştir şimdi.

Cuma

kedidir kedi


Şu yukarıda görmüş olduğunuz ufo kılıklı nesne aslen bir kedi maması kabı olup, hediyesi 2500$'a satılmaktadır. Ya da satılamamaktadır çünkü ürün an itibariyle out of stock görünüyor markanın sitesinde. O fiyata satılırsa bitmesi normal tabii, kapanın elinde kalmış. Önceden haberimiz olmadı ki, alalım üç beş tane hazır ucuz bulmuşken. Neyse :( (broken heart here) :(

Şaka lan şaka, allah belanı vermesin. Benim kediye bundan alsam bunu satar parasıyla içki sigara alır, içer içer beni döver şerefsiz. Adı Haydut olan, genç irisi bir siyamdan bahsediyoruz burda, ağır olalım lütfen. 

Benim anlamadığım şu, ne işi olur kedi milletinin swarovskiyle, taşla, pulla? Ben kağıt tabakta yiyorum lan, onuruma dokandı bak şimdi. Kediye ver mamayı da istersen gazete kağıdının üstünde olsun. Bu şerefsizler taştan yumuşak ne bulsalar yiyorlar zaten, günde onyedi öğün ver gene yer, kendi bacağını kaynat getir yer, üst üste ver "yok apla saol yeni yedim tokum" demez. Kabı filan siktiret, içine koyduğun mamadan haber ver sen ona.

Demem o ki sevgili zenginler, paranız çok olduğundan oranıza buranıza sürüyor (sıva-rovski) olabilirsiniz de pisilerinizi, kuçularınızı alet etmeyin gösteriş merakınıza reca edeceğim. Kedi kadar aklınız yok mu olm sizin? Ha al o kabı as boynuna gıkım çıkarsa şerefsizim. Paranın geldiği son nokta bu de. Yeni moda bu sosyetede de. Ama bir tasa temiz bir 2. el yerli otomobil parası gömüp de beni o paraya kaç tane aç sokak hayvanı doyar hesaplamak zorunda bırakma. İstemiyorum yılbaşında verilen büyük ikramiyeye kaç ev kaç araba alınır diye, bayramda Antalya'da sahne alan Sibel Can'ın gecelik parası kaç emekli ikramiyesine denk geliyor diye hesaplayan emekli amcalara dönmek. Sen bunu hep yapıyorsun zengin. Ayıp oluyo ama (crying smile here).
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...